26 Mart 2024 Salı

 

İşte Geldim Deniz Kenarı, Selçuk Altun

 

“ İtalya’da Borgias Sülalesi’nin otuz yıl süren hegemonyası sırasında savaş, terör, katliam ve mezalim vardı, ama Mikelanj, Leonardo da Vinci ve Rönesans üretildi. İsviçre’de kardeşçe sevgi, beş yüz yıl süren bir demokrasi ve barış ortamı olmuştu ve onlar ne üretti? Guguklu saat. “

Graham Greene

 

 

Bilindiği gibi Selçuk Altun’un, edebiyat dünyasının kısıtlı bir ansiklopedisi haline gelen, her bin maddede bir kitaplaşan ‘Kitap İçin’[1] “kıs(s)a”larına verdiği emeği ve devam eden yolculuğunu önemsiyorum. Kısıtlıdır, çünkü halkın derdi ve gerçekleri, onun hedefinden ve hedef kitlesinden uzaktır. Elbette, çalışmalarında tarafsız olmasını istemeye ve dünya görüşünü sorgulamaya hakkımız olmasa da fikirlerinden uzak, kendisine saygı duyarak, toplumun oldukça uç kesimi adına davranması, kendi deyişi ile “vasatlıkla, sığlığın“[2] tanımını çok dar bir kapsamda tutmasını göz önünde tutarız.

 

Selçuk Altun’un Türk edebiyatı ve kültürüne katkısı, ne yazık ki, yukarıdaki ön deyişin içinde saklı olan sömürüyü öven ve ilham alan öykülerden ibarettir.

 

Oysa kitabının arkasında yazdığı gibi: 2000’den itibaren 9 roman, 2 kısa roman ve 5 deneme kitabı yayımlanan… Romanları 14 yabancı dile çevrilen ve “özellikle” Anglo-Amerikan ülkelerinde ilgi gören… Türkçe ve yabancı dildeki kitapları “dünyanın önemli kütüphanelerinde bulunan,”  “Godot Neden Gelmeyecek” başlıklı denemesi Samuel Beckett Vakfı’nın resmi yayın organı “The Beckett Circle”de 2012’de yayımlanan ve bu yazısı ABD’nin belli başlı kütüphane arşivlerine kabul edilen…  2022’de Kitap İçin-5 adlı eseriyle Türkiye’nin en saygın edebiyat ödüllerinden Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazanan Selçuk Altun’u elbette ki kendi deyişi ile vasat saymak, yanlış olur. Ama bize göre ve ne yazık ki, renkli, entelektüel ve estet olan yazar, içinde her türlü konforu olan bir trenin kompartımanında, yaşadığı topraklara ve insanına şöyle bir bakarak, -Samuel Beckett’in II. Dünya Savaşı’ndaki “direnişçi” sıfatından uzak- yol almaktadır. Doğaldır ki, bu onun bileceği bir duruştur ve kendi heykelini bu biçimde yontmaktadır.

 

Selçuk Altun’un “Hayat Romanlardan Daha Tuhaf”  üçlemesi “İşte Geldim Deniz Kenarı” ile tamamlanıyor. 2017’de yayımlanan “Ardıç Ağacının Altında” adlı romanı ile 2020’de yayımlanan “Ayrılık Çeşmesi Sokağı” üçlemenin ilk ikisi.  

 

Yazar bu üçlemede baba-oğul çatışmasından doğan sorunları ele alırken bu romanın kahramanı Harun’un kimliğinde bir ben anlatıcı olarak kendisini ve hayata bakışını özetliyor. Roman, Harun’un değil de Selçuk Altun’un kendine özgün dünyasını Kitap İçin’in içinden anlatırken, kurgu savrulmasa da gerçeklerden bir o kadar uzaklaşıyor ama okuyucuyu kitapta tutuyor. Bu üçlemenin biçeminde var olan bilgi ve belge çıkınının büyüklüğü ne yazık ki, romanın içindeki karakterlerin bazılarından çıkacak, - örneğin Hacı Esat ve Teo adlı karakterler için yazılabilecek- öykülere ya da yazarın deyimiyle novellaya da engel oluyor.

 

Romanın öyküsünde, Londra’da bilgisayar mühendisliği akademisyeni olarak çalışan romanın kahramanı Harun, 11 yıl önce ayrıldığı İstanbul’a bir nedenle dönerek, yaşamının geçtiği Salacak sahiline gider.  Romanın ikinci bir roman kahramanı olarak görebileceğimiz Deniz Kenarı’nda geçmişini, hayranı olduğu Evliya Çelebi’nin üslubu altında ‘Kitap İçin’ “uzun”larına (!) dayanarak gezip gördüğü yerleri ve yaşadıklarını, yazarın sağlam kurgusunda, ama hayal dünyasında anlatmaya başlar.

 

Hayali öyle büyüktür ki; yazar, kahramanının IQ skorunun Einstein gibi 225 değil de 175 olduğunda bile hayıflanır; “Bir hayalperest yolunu ancak ay ışığında bulabilendir. Cezası da şafağı dünyanın geri kalanından önce görmesidir.” diyerek yüceltir.

 

Üçlemedeki kahramanlarının hepsi de aile bağları zayıf ama olağanüstü eğitimli… Bazen bu işi öyle abartır ki, bu romanda özel kıldığı ve anlamlar yüklediği kahramanına Üsküdar’daki bir Amerikan Lisesi’nde Osmanlıca bile öğretir. (!) Oysa kahramanının bu lisede okuduğu yıllarda böyle bir ders hiç olmamıştır. Seçkin, edebiyat ve güzel sanatlara düşkün… Yazarın çizdiği Epikuros[3] hazcılığını savunan - kariyerlerinde hep dört ayaküstüne düşen… Genelde herkesi kendine hayran bırakan… Aynı sosyal sınıftan görüşüp tanıştıkları insanların sonsuz güveni ve sevgisi yanında taşınır değerlerinden ve taşınmaz mallarından pay çıkaran(!) Allah’ın “Yürü ya kulum, kim tutar seni?” kullarındandır.  Her şeyin en iyisi onlara, kalanı yaban kullaradır. Kahramanları yazarın biraz olsun vicdani utancından olsa gerek, elbette diğer sosyal sınıftan insanlarla da görüşürler ama bu insanların masum yanlışlarına bile katlanamazlar. Ancak bu yakınlıkları, öyle candan ve içten olmamalı, içli dışlı hukuk doğmamalıdır. Genelde budur kapsamı romanın ve…

 


Romanın IV. Bölümünden itibaren hızlı ve sarsıcı bir biçimde ilerleyen kurgu, tam bir düş kırıklığıdır. Satır aralarında, finansal kaynakları arasında emekçilerin rızkından çalınan paraların da bulunduğunu imleyerek, ünlü bir istihbarat servisini yücelten yazar, finalde -kendi deyişiyle- tam bir “vasatlıkla”  “Haro, Haro!” çığlıkları atan kayınbirader adayına sarılarak, romanı bitirir!

 

Kalın tasasız, sağlıklı ve her zamanki gibi kitapla…   



22 Mart 2024 mehmetealtin, 686 / CCXXVI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2. Baskı, Eylül 2023



[1]  Selçuk Altun’un 2005 yazından itibaren Cumhuriyet Kitap'ta, "Kitap İçin" başlığıyla kırk hafta boyu yayımlanan Cumhuriyet Kitap’ta başlayan, şimdi ise OT Dergi’ sinde devam eden  ‘Kitap İçin’ Edebiyat ile güzel sanatlar için aforizma, alıntı ve kıs(s)a notlardan mürekkep kıs(s)aları her bin maddede bir kitaplaşıyor.

[2] Hayat mı roman mı, gerçek ya da yalan mı? Eray Ak, Selçuk Altun ile İşte Geldim Deniz Kenarı üzerine söyleşi, Nisan 28, 2023

[3] Epikuros, Aristippos'un bedensel hazzına karşı tinsel hazzı yeğler. Onun için en büyük haz, ruh dinginliğidir. Buna da bedensel zevkler peşinde koşmakla değil, bilgelikle varılır. Ancak gerçek haz sürekli olandır. Sürekli olan hazza da bilgelikle varılabilir. Epikuros'a göre hazzın niteliği önemlidir. Ona göre, şiddetli hazlardan kaçınılmalı ve dingin hazlar tercih edilmeli, anlık olarak haz veren şeylerin gelecekteki hazları azaltabileceğini öngörerek hareket etmelidir.


2 Şubat 2024 Cuma

 


Kayıp Yüz, Elçin Poyrazlar

 

Günümüzde sıradanlaşan gerek aile içindeki, gerekse de aile dışındaki çocuk istismarları, bunu insanlık dışı bir biçimde iş edinenler, onların kötülüklerini besleyen kurumlar ve hepsinin üzerinde mafya… daha da kötüsü bunların arasındaki ilişkileri düzenleyen, ilişkilere yasal kılıf hazırlayan kamu görevlileri ile kurgulanmış polisiye romanlar, siyasi ve evrensel türler haline geldi. Elçin Poyrazlar’ın bu romanı da bunun örneklerinden bir tanesi.

Kayıp Yüz adlı romanın bana göre en önemli özelliği, 2023 Kasım ayında ülke gündeminde yer tutan, Meclis Kürsüleri’nde dillendirilen bir savın, tam da bir yıl önce, 2022 Kasım ayında, Elçin Poyrazlar tarafından cam küreye bakan bir kâhin gibi kurgulanarak kaleme alınması.

Bu romanı özel kılan bir diğer unsur da yazarın, -zemini sağlam, kolonları kaygan ilk romanı, “Gazetecinin Ölümü”ne göre,- zemininin de kolonlarının da oldukça sağlam olması. 

***

Romanın kahramanı, saçları kısa, kaşları çatık, uzun boylu, her zaman siyah ceket, siyah tişört, siyah kot ve bot giyen, bakıldıkça güzelleşen komiser Suat Zamir: Erkek egemen bir toplumda, üstelik bir polis teşkilatında onunla başa çıkamayan, ama ona tutkun ikincil karakter Selim’e göre diğer kadınlardan farklıdır. Beraberliklerinde onu eksiksiz bir erkek gibi hissettiren seksi bir kadın olduğu kadar, sürekli değişen, kabına sığmayan, sivri diliyle onu sokan, erkeksi bir dişidir. Öyle ki, Selim onu tanıdığını zannettiği her anda, onun hangisi olduğunu bilemiyor; Suat’ın yüzü kayboluyor, Suat’la birlikteliğini yüzüne, gözüne bulaştıran Selim de onun kaybolan yüzünde kayboluyordu.

 

Romanı;

1)   Suat Zamir’in, amiri, -Tilki değil, Tiki de değil- Tikli Kadir’e alaysı bir dille sorduğu “Devlet ve polise sızmış fuhuş çetesini çökerten kahraman bir polis olarak,  karşılığında soruşturmanın uzandığı suç odaklarına dokunmayacağım. Hem kendimin hem de başkalarının kariyerini kurtarırken Teşkilat’ın da imajını koruyacağım. Öyle mi? Bu mudur Polis Akademisi’nde bana öğretilen, Teşkilat’ta bana emredilen?” sözleriyle sisteme karşı bir başkaldırı,

 

2)   Onun kiminle ne zaman ve hangi koşullarda sevişeceğine dair teşkilatın aldığı kararların sonucunda; yerleştirildiği pis ve karanlık ofisinde, bir yanda iğreti meslektaşlarıyla adeta dalga geçerken, bir yandan da savaş baltasını çıkarmış feminist bir başkaldırı,

 

olarak da okuyabilirsiniz.

Suat Zamir ile beraber, kurgunun akışına uygun bölüm aralarına özel dizilimle yerleştirilen sayfalardaki replikleriyle ikinci bir anlatıcı olan, yaşlanma, güzelliğin kaybı, giderek beğenilmeme kaygıları içindeki Oya Camcı, öykünün gizemini elinde tutan ve öyküye yön veren önemli bir kişidir. Oya Camcı, replikleriyle Teşkilat’ı da, okuyucuyu da nefes nefese bırakmakta ve meraklandırmakta oldukça beceriklidir.

 

***

Komiser Suat, Şeyma adlı bir genç kızın bir apartmanın bahçesinde ölü bulunması üzerine başladığı soruşturma sırasında Şeyma ile yakın arkadaşı Luna’nın istismara uğradıklarını anlar. Şeyma’nın kısacık ömrünün yarısı esirgeme yurtlarında geçmiştir. Luna ile adlarına kiralanan dairedeki karşı komşuları Ayhan Hanım onların durumlarının ve yaşantılarındaki farklılığın ayırdındadır. Ayhan Hanım’ın kızı, on dört yaşında durakta otobüs beklerken siyah lüks bir arabanın çarpmasıyla ölmüş; Ayhan Hanım, Şeyma ve Luna’yı kızları gibi benimsemiş ve onlara elinden geldiği kadar koruyucu annelik yapmaktadır. O güne kadar ne Şeyma, ne Luna, ne de Ayhan Hanım, Teşkilat’ı güvenilmez buldukları ve onların üniformalarından bile korktukları için durumları ile ilgili suç duyurusunda bulunmazlar. Ayhan Hanım kızının ölümünden sorumlu olan sürücünün yüzünün ve izinin, belgelerin altında kaybolmasından Teşkilat’ı sorumlu tutmaktadır.

 

Bütün bu duyumlar sonucunda Suat Zamir savaş baltasını kınından çıkarır. Başkaldırı, Suat ve Beren ikilisini aynı anda tetikler.

***

Suat Zamir’in sadık ve dürüst yardımcısı, ufak tefek, atkuyruğu dalgalı saçlarıyla, kahverengi gözlerinin altında her an gülümseyecek gibi dolgun dudaklı Beren, hayatının farklı alanlarını - iş, ev, yol, tatil, ablası ve diğerleri - kutularına ayırmış, not defterlerini de ona göre ayarlamıştı. Küçükçekmece’de ablasının dostu yaşlı bir kadının evini kiralamıştı; yaşlı kadın onun sürekli ders çalıştığını sanıyor, polis olduğunu bilmiyordu.


Beren, polisliğin sandığı kadar idealist bir meslek olmadığını; kişisel hedeflerin, kirli ilişkiler, rütbe hırsları, ayak kaydırmalarla kamu güvenliğinin önüne geçtiğini ne zaman anlayacak? Göreceğiz… Yoksa içindeki şefkati inatla koruyacak, kurtardığı birkaç kurban, bulduğu birkaç suçlu ve Hukuk Kitapları arasında kaybolmuş yamuk yüzlü bir adaletin arada sırada doğruyu göstermesiyle yetinecek midir? Olabilir… O da Suat gibi başka bir iş yapamayacağından emin olduğu, gidecek yeri olmadığı için, hayatın ona sunduğu ufacık bir halkanın içine sığdığı için mi Teşkilat’ta kalacaktı? Bilinmez.

***

İlk edindikleri somut bilgilere göre Kredi Yurtlar’da çalışan Nihan Kızılca suçlulardan birisidir. Kızların istismarında zincirin son halkasındaki yönetici,  Nihan Kızılca’nın telefonunda “Şef” olarak kayıtlıdır. Şefin yüzü kayıp, Suat ve Beren kayıp yüzün peşindedir.    

 

Asayiş Şube’den Ahlak ve Fuhuş Masası’nda görevli Başkomiser Nezahat[1] Eryılmaz, adının anlamını utandırırcasına, nam-ı diğer Kara Nezo, lakabını karanlık ilişkilerinden almıştı. Kara gözlerindeki parlak ışıklarda ne şefkat ne de görev aşkı belirtisi vardı. Güneydoğu’da Terörle Mücadele Bölümü’nde görev yapmış, “kadın düşmanı bir kadındı.” Polisliğin, hatta insanlığın en çarpık halinin somut bir kanıtı gibiydi. Suat bir dava peşindeyken Kara Nezo’nun elinden çocuk sayılabilecek bir kızı alabilmek için ona silah çekmişti ve bu nedenle aralarında süregelen derin bir düşmanlık vardı.

***

Öykü sekiz kadının egemenliğinde biçimlenir. Şeyma’yı çocuk istismarcılarının öldürdüğü kesindir. Şeyma’yı kim öldürmüş, ölüm emrini kim vermiştir? Kamu görevlilerinin bu işteki edilgen ve/veya etkin rolü nedir? Öyküdeki ikincil karakterlerden Tikli Kadir, Başkomiser Selim ile Engin ve Eren Can öyküyü kişilik ve eylemleri ile nerelere savurur, varın okuyun siz karar verin.

 

Bakalım,  Elçin Poyrazlar’ın 2022 Kasım ayında gördüğü, çocuk istismarının hangi boyutlara tırmandığını anlatan öyküsünün, bir gerçek olayla 2023 yılında ülke gündemine düşmesi, Tikli Kadir’in “Her suçluyu hapse atamazsın. Hele tepedekileri hiç atamazsın.” sözlerinde mi saklı? Görelim… Yeraltı dünyasının ve siyasetin ikiyüzlü kayıp ve kirli yüzleri, Hades’in miğferinde mi saklı? Nerelere sığınıp, hangi maskelerle dolaşıyor, hangilerini çıkarıp, hangilerini takıyorlar bilelim.



 

Kalın tasasız, sağlıklı ve her zamanki gibi kitapla…   

02.02.2024 mehmetealtin, 936-41 / CCXXV

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Doğan Kitap 2. Baskı, Aralık 2022

 



[1] Temizlik, ahlak temizliği.


17 Aralık 2023 Pazar

 


Ölmek Zor İş, Halid Halife

Çeviri: Mustafa İsmail Dönmez

 

“Babasının Brezilya ve Alp Dağları’na dair her şeyi bildiğini, ama komşularının evinde neler olup bittiğinden haberi olmadığını söyledi. Onların korkaklığı, ülkeyi kızlarını satacak duruma düşürmüştü.”

***

Bu romanı tanıtmak adına yaptığım çalışma sırasında, 01 Ocak 1964’de doğan, 30 Eylül 2023’de kaybettiğimiz yazarı Halid Halife’nin yaşamına ilişkin kaynaklara zor ulaştım. Türkçe ve Batı dillerinde kaynak yok gibi. Ben de Arapça kaynaklara ulaşarak, kitaptan önce yazarı hakkında edindiğim bilgilerle çıkınınızı doldurmak istedim.

 

Komşu olduğumuz… Komşuluktan öte iktisadî, siyasî, içtimaî ve askerî hayatımızın eş gündeminde yer alan, dostumuz… Suriyeliler ile aramızdaki ortak kültür ve çıkarların uzun erimde yıkılması olanak dışı olsa da, ne yazık ki son dönemde içe dönük siyasi projelerle düşmanımız olan Suriye uyruklu Halid Halife: 01 Ocak 1964’de Halep’te doğdu. Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudu ancak, ekmeğini roman, şiir ve dizilere, belgesellere ve filmlere senaryo yazarak kazandı.

Yaşamının bir bölümünü İsviçre’de sürdürdükten sonra, 30 Eylül 2023’de Şam’da öldü.

 

1993'te yayımlanan ilk romanı, Aldatının Gardiyanı’nı,  2000’de El-Karbat Defterleri izledi. 2006’da yayımlanan - Nefrete Övgü Bağımsız Uluslararası Ödül ve Arap Roman Ödülü'ne aday gösterildi. Suriyeli bir ailenin üyelerinin hayatlarının, Suriye rejimi ile Müslüman Kardeşler arasındaki savaştan nasıl etkilendiğini konu alan Nefrete Övgü romanını yazmak için on üç yıl harcadı. Arapça çeviriden adını çıkaramadığım vatandaşı kadın bir blogger ile yaptığı söyleşide Nefrete Övgü romanında herhangi bir siyasi düşüncenin savunuculuğunu yapma niyetinde olmadığını belirterek, şunları söylüyor: "Her şeyden önce bu romanı Suriye halkını savunmak ve bunun sonucunda yaşadıkları acıları protesto etmek amacıyla yazdım.”  2013’de Türkçe de yayınlanan - Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok romanı ile (Necib Mahfuz Kurgu Ödülü'nü kazandı ve Uluslararası Arap Kurgu Ödülü'ne aday gösterildi). 2016’da Ölmek Zor İş ve 2019’da - Kimse Onlar İçin Dua Etmedi romanları yayımlandı ve 2020 Uluslararası Arap Kurgu Ödülü'nün uzun listesinde yer aldı. Romanları, Türkçe,  Fransızca, İtalyanca, Almanca, Norveççe, İngilizce ve İspanyolcaya çevrildi.

 

Gençliğinden itibaren adından söz ettiren Halife, politik çıkışlarıyla ve aktivistliği ile de tanınıyor. Ülkesindeki yolsuzluklara ve 1982’de Hama’da yaşanan katliama karşı düzenlenen gösterilerde ön saflarda yer alması, Halife’nin bilinirliğini arttıran eylemler olarak öne çıktı. Kitaplarında bu olayların yanı sıra önce Hafız Esad’ın, daha sonra Beşşar Esad’ın Baas Partisi aracılığıyla toplumsal hareketlere ket vurup rejim muhaliflerini susturmaları, uyguladıkları etnik kimlik ayrımcılığını ve sosyal hayata getirdikleri kısıtlamaları işledi.

 

Ancak, bugünkü Suriye’nin aynasının arkasında yer alan 2 Şubat 1982'de Suriye hükûmetinin Hama şehrinde başlayan ayaklanmayı bastırmak amacıyla başlattığı katliamın yanlışlığı yanında,  Nusayri kökenli olan Hafız Esad'ın rejimini kabul etmeyen… 1976'da başlayan Lübnan İç Savaşı'na saplanıp kalmış olan Suriye'nin çalkantılı konumundan faydalanmak isteyen Sünni Müslüman Kardeşler Cemaati’nin 1979 Haziran'ında, Halep'teki bir topçu okulunda çoğu Nusayri olan 83 askerî öğrencinin öldürülmesi ve Ağustos-Kasım 1980 arasında Şam'da yüzlerce kişinin öldürüldüğü bombalı saldırılardan hiç söz etmedi.

 

Nitekim izleyen süreçte, İslamcılar ve diğer muhalif militanlar Hama'yı "kurtarılmış şehir" ilan ederek, Baas Partisi üyelerinin, hükûmet ajanlarının ve rejim destekçilerinin evlerini bastılar ve yaklaşık elli kişiyi öldürdüler Suriyelileri “kâfir” olarak adlandırdıkları hükûmet güçlerine karşı ayaklanmaya çağırdılar. Suriye’nin ve komşularının kaynaklarında gözü olan emperyalizmin ve onların artıklarından beslenen yereller ile taşeron tetikçilerin kışkırtmalarıyla, Şubat 1982'de muhafazakâr Sünni şehri Hama'da başlayan bir genel ayaklanmayla doruğa çıkarak çatışmalar iç savaş olarak günümüze evrildi. Halid Halife’nin kitabında bunlardan bir iz bile göremedim.

 

Bu savaşta Suriye büyük bir yıkıma uğradı. Yazar, “23 Mart 2023, Cumhuriyet Kitap, s.10’da kitabın çevirmeni Mustafa İsmail Dönmez ile yaptığı söyleşide”  en büyük kaybı olanın, zafer elde ettiğini sanan rejim olduğunu söylese de – bana göre- ve ne yazık ki, kaybeden Suriye halkı oldu. Bu nedenle tüm kesimler kaybetti diyebiliriz. Savaşta ölüm dâhil yaşamın her ayrıntısı akıl almaz bir şekilde değişiyor. Ama değişmeyen tek şey kalıyor. Ezilenler, ezilmeye devam ediyor.

***

Romanın öyküsünün özeti, Suriye İç Savaşı’nın sıradanlıktan çıkmış bin bir çeşit ölümün yanında, sıradanlaştırılmaya çalışılan bir cenaze töreninin, bir babanın vasiyetinin üç kardeş tarafından yerine getirilmesidir. Ancak bu sadece bir görüntüdür. Şam’dan yola çıkıp babanın köyü İnnabiye mezarlığında kız kardeşinin yanına gömülmesini kapsayan normalde olması gereken altı saatlik sürecin günlere yayıldığını ve öykünün omurgasında bir aile hesaplaşması olduğunu görürüz.

 

Öyküye konu olan, vefat eden öğretmen Abdüllatif Salim, çevresinde, makyajlanmış bir biçimde kibar, yardımsever ve sevecen bilinmekle beraber, eşi ve çocuklarına karşı davranışları katı ve hoşgörüden yoksundur. Eşiyle bahçelerinde uyumlu bir çift gibi çiçeklerle ilgilenmesi koca bir yalandı. Eşi kırk yıl bu rolü oynamıştı.  Romanın ana karakterleri olan çocukları: Babasının Brezilya ve Alp Dağları’na dair her şeyi bildiğini, ama komşularının evinde neler olup bittiğinden haberi olmadığını söyleyerek evden ayrılan, içlerindeki en zeki, güçlü, hırslı bir genç olan, Fatma’ya buyurgan, hem babasıyla hem de Bülbül ile ilişkisi çocukluğundan beri sorunlu Hüseyin… kendini güzel ve çekici olduğuna inandıran, yaptıklarının mükemmel olduğunu sanan, gerçekte hiçbir şeyi tam yapamayan Fatma… ile hiçbir şeye itiraz edemeyecek kadar çekingen ve korkak, aşktan da, yaşamaktan da, siyasetten de korkan Bülbül… ama yine de bu roman asıl adı Nebil olan Bülbül’ün üstünden yürüyen, kısaca Bülbül’ün romanı.

 

Öyküsünde Suriye’nin yakın tarihi, sosyo-kültürel yaşamı içinde yer alan bir ailenin yaşamının geçmişi anlatılıyor.

 

Ölümsüz sırlar gecesi adını verdikleri anılarının tamamını canlandıramadan ruhunu teslim eden Abdüllatif,  gözlerindeki son ferle, Nevin’i tutkuyla öperken, son sözleri…  Geleceğini yakmak yerine kendini yakıp hece taşı bile olmayan bir mezarda yatan kız kardeşi, Leyla’nın ölümünden duyduğu, kefaretini bir türlü ödeyemediği sorumlukla, onun yanına gömülmek isteğiydi. Ökü böyle başlar.

 

Bu isteği yerine getirmek için yola çıkan kardeşler arasındaki yaralar, iyileştirilebilir miydi? Suriye İç Savaşı’nın gölgesinde her an ölümle karşı karşıya kalan Bülbül, Hüseyin ve Fatma’nın kendileri ve babaları Abdullatif Salim, anneleri ve halaları arasındaki problemli ilişkiler bu yolculuktaki beraberlik süresinde sağaltılabilir miydi? Muhaberat’ın aradığı Abdüllatif tutuklanmadan defnedilebilecek mi? Göreceğiz…

 

Karısı öldükten beş yıl boyunca tamamen içine kapanan Abdüllatif, yatağını ve her gün kullandığı için ayrılmaz parçası haline gelen eşyalarını terk etmiş, -romanın ikincil önemli karakterlerinden- Nevin’in yaşadığı rejime karşı gemilerini yakmış küçük bir beldenin saygın hocası haline gelmişti. Onlara yoldaşlık etmiş, bu arada Nevin ile evlenmişti.  

 

Kırk yıl önce genç ve güzel bir kız olan Nevin, aynı okulda sözleşmeli resim öğretmeni olarak kendisini Abdüllatif’e tanıtmış, Abdüllatif’in ona tutkusu o gün başlamıştı. Küçük Moskova olarak bilinen Derizzor’a bağlı Muhasan kasabasında yaşıyor, Fırat lehçesi ile konuşuyordu. Özel hayatına kimsenin yaklaşmasına izin vermez, kadife sesiyle söylediği eski Irak şarkılarıyla insanı baştan çıkarırdı.  Zamanın gerçek anlamını idrak edebilmek için çocuklukla yaşlılık arasındaki oyalanma yıllarının kasten heba edilmesi gerekiyordu. Bu, sadece aşığın ıstırabının sona ereceği ana kavuşması için yaşanması gereken zamandı. Yıllar sonra kendisini sessizce seven adamın acısını duyumsamak için Abdüllatif’i arayacak, onu artık bekletmeyecekti. Kalan yaşamını rejim tarafından öldürülen iki oğlunun anılarıyla tek başına geçirmek istemediğini söyledi. Her ikisi de umutlarını yitirmenin uçuruma yuvarlanmak olduğunu kavramışlardı.

 

Yolculuğun menzilinde, ölmeden önce Cemil’e âşık olan -diğer ikincil önemli karakter- Leyla’nın mezarı bulunmaktaydı. Çok güzel ve güçlü bir kız olan Leyla, Bülbül’ün annesinin de yakın arkadaşıydı. Abdüllatif ile kuzenleri Cemil ve Abdülkerim, Üç Silahşorlar olarak anılırlardı. Üçü de Baas Partisi militanıydı. Filistin’in özgürleşeceğine, Mescid-i Aksa’da namaz kılacaklarına tereddütsüz inanmışlardı. İlerleyen yıllarda, Cemil iftiraya uğramış ve idam edilmişti. Leyla ise Cemil’in ölümünden sonra ona yaktığı ağıtlarla gündem olmuş, başkalarının kendisi için seçtiği hayatı kabullenmemiş, düğün günü, çatıya çıkıp kendini ateşe vererek, alevler vücudunu sarsın diye bir semazen gibi dönerek ruhunu teslim etmişti.

 

Bülbül, üniversiteye giderken, fakir askerler, memurlar ve uzak köylerden gelen çiftçiler arasında oturuyordu. Oturduğunuz yer önemliydi. Çünkü TV kanal seçimlerinize göre damgalanabilir, bir anda kendinizi Muhaberat’ın elinde bulabilirdiniz. Halkın çoğu Hıristiyan’dı. Dürzi ve farklı mezheplerden Müslümanlar da vardı. Üniversiteden arkadaşı Hıristiyan Lemya da burada yaşardı. Bülbül, yanından bir kadın geçtiğinde yere bakar, yere düşen çocuklara yardım eder ama sokaktaki tüm kadınları arzular, postanede çalışan komşusu Samar’ın memelerini somurmak ister, açık pencereleri dikizlerdi. Bülbül’ün asıl adı Nebil’ di. Lemya,  sevgisini ilk kez göstermek için ona Bülbül diye seslenmiş ve öyle de kalmıştı. Bülbül, tatillerde Şair Riyad Salih el-Hüseyin’in şiirlerinden alıntılar yaparak Lemya’ya ifşa olmaması gereken, manastırların derin mahzenlerinde yüzlerce yıl saklanacak kıymetli ikonalar gibi mektuplar yollardı.

 

Bülbül, Felsefe Bölümünde okuyor, düşünmeyi teşvik eden hocaları okuldan atılıyordu. Düşünmek sorgulanması gereken bir suçtu. Muhbirler hocaları dinsizlik, ateizme teşvik, iktidara ve Arap milliyetçiliğine sövmekle suçluyorlardı.  Onu en çok korkutan değişiklik ve devrimin artık zorunluluk olduğunu söyleyen tek yol devrim boyutundaki Lemya’ya katılıp tehlikeye atılmaktı. 

 

Yıllar sonra Bülbül’ün karısı Hiyam ile eski sevgilisi Lemya ve kocası Zuhayr, hep beraber buluştuklarında hiç birisinin çevrelerinde bir iz bırakmadığını anlamışlardı. Ancak Lemya ve Zuhayr şimdi devleşmiş, rejime karşı Yermuk kampında komşularının tesettürlü diye terörist diye ilan ettikleri kişilere bile yardım elini uzatmışlardı. Lemya, Bülbül’e aptalca şeyler yapma cesaretini veren belki de tek kişiydi. Ama Bülbül, Leyla’ya aşkını itiraf edecek kadar cesur olamamıştı. Nehirde yüzen bir çiçek demetini gördüğünde onu tam vaktinde ve yerinde yakalama anını kaçırmış, nehir de onu alır götürmüştü.  

 

Babalarını defnetmek için günlerce, askerî, siyasî ve vicdanî barikatlardan zorlukla geçerek giden kardeşler, Bülbül kolayca vaz geçilebilecek gereksiz bir varlık olduğundan mıdır, bilinmez  “bir günde”  Şam’a geri dönerler! Bu, yaşasaydı yazara sorulabilecek bir soru olarak her zaman aklımda kalacak.

 

Yeni yılda tasasız, sağlıklı ve her zamanki gibi kitapla kalmanızı dilerim. 



17.12.2023 mehmetealtin, 297/CCXXIII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Deli Dolu, Tudem Yayın Gurubu, 1. Baskı, Şubat 2023


28 Kasım 2023 Salı

 

Mal Sayımı, Erlend Loe

Çeviri: Dilek Başak

 

“Yolun karşısında “Moods of Norway” mağazası vardı.

Nina bunun bir hazır giyim markası olmaması gerektiği kanısındaydı.

Onun yerine Norveç halkının şımarık ruhundaki ikiyüzlü ahlak…

başkaları pahasına da olsa sürekli zenginleşmemiz…

ve bunu hiç sorun etmememiz üzerine yazılmış

 karanlık ve tehlikeli bir şiir derlemesi kitabı olmalıydı.”

***

Norveçli romancı, senarist ve sinema eleştirmeni Erlend Loe; başkahramanları oldukça saf olan duygusal ve ironik romanlarıyla Norveç edebiyatının en çok okunan, romanları tezlere konu olan yazarlarından birisidir. Romanlarında öyküler, varlıklarını korurken mizah ve hicivler satır aralarından dillerini uzatıverir. Bu okuduğum beşinci romanı. Ancak bunun tonu daha karanlık ve modern Norveç toplumuna yönelik eleştirileri -ya da toplumsal özeleştirileri- daha yoğun.

 

Finli yazar, Arto Paasilinna’nın Tavşan Yılı adlı eğlenceli romanı hariç “ bugüne kadar okuduğum “  İskandinav Edebiyatı, bir yandan İskandinav ülkelerinin zengin doğası ile iç içe yaşarken bir yandan da o doğadan koparak bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmayı yaşayan insanların öykülerinden oluşuyor. Kendi doğasına ve dünyaya yabancılaşan toplumların çığlığı romanlara, öykülere, şiirlere bir başka deyişle sanatın bütününe yansıyor. Bu edebiyatın satırlarındaki mutsuzluk, varsıllığa ipotek koyuyor. Toplumsal ilişkilerdeki, hatta aile ilişkilerindeki yalnızlık, yaşama sevincini, heyecanını yitirmiş, tasada ve sevinçte paylaşacak bir şey olmayan insanların kendine yonttuğu heykeller, kendine yazdığı eserler, kendine boyadığı resimler ve kendine çektiği tasvirler, elektro manyetik dalgalarla bize iletildiğinde de bize şaşkınlık düşüyor. Örneğin bu kitapta, Norveç’te Oslo’da yaşayan insanların, ülkelerinin dışında hiç tanımadıkları bir dünyanın olduğunu biliyorlar ama dünyadaki insanların arasına hiç karışmıyorlar. Uzay’dan gelmiş gibiler.  Norveç, sanki dünyadan kopuk ayrı bir dünya… Norveç, çok para kazanıyorlar, demokrasi adına sendikal kastların en üstünde yer alıyorlar. Her şeyin planlandığı gibi yaşandığı dünyalarına rağmen bu toplumların hezeyanları ise günü ve gündemi saniyeler içinde değişen bizleri hayrete düşürüyor.   

 

Erlend Loe’nin bu romanı da onlardan birisi; romanın kahramanı, altmış beş yaşına basmış, zamanın siyasi tınılarına yeterince ayak uyduramayan… Seksenli yılların deneysel biçimlerinin karşısında kırılgan şiirleri ile tanınan… geliri, bir elektrikçinin bir yılda kazandığının yanında gayri safi milli hasıla istatistiklerine bile alınmayan Nina Faber, iyi bir şairdir ama kaybetmeye mahkûmdur. Kitabın son satırları: -“Elinizden bu kadar mı geliyor? Ha ha! Gelin, gelin! Şairim ben! Duyuyor musunuz? Şairim! Şairim! “ Nina’nın hayatının özeti gibidir.

 

2013 yılında yazılmış bu kitabı biz Türkler için ilginç kılan şey; Nina’nın on dört ay boyunca kaldığı İstanbul’daki evinden görünen Boğaziçi manzarasının farklı biçimlerini; günden güne, saatten saate, başka atmosferler altında ve farklı düşünsel çağrışımlarla izlenimci bir tarzda betimleyerek… “Boğaziçi” başlığı altında yayınlaması ile Mal Sayımı kitabının kaleme alınmasına neden olmasıdır.

 

Yayınevinin kataloğunda Boğaziçi adlı şiir derlemesi hakkında şöyle yazılmaktadır: “Nina Faber’in yetkin ve özlenen kaleminden dökülen Boğaziçi, bir yer olduğu kadar eve, ölüme ve yaşama duyulan özlemin manalı ve yakın bir biçimde betimlendiği bir durum da aynı zamanda…  Faber’in pek çok okuru bu son derece özgün yazarın nihayet aramıza dönmesinden memnun olacak- üstelik her zamankinden daha iyi yazıyor!

 

Okurla metin arasındaki buluşma, her şey yerli yerine oturursa güzeldir. Ancak işler ters gittiğinde ıstıraplı ve travmatik olabilir. Nitekim yukarıdaki paragrafta da izleneceği üzere bir şeyler ters gitmektedir. Başkalarının eserlerini, bazen üretmesi yıllar alan eserleri yorumlayarak yaşamak ve ekmeğini bu yolla kazanmak, oldukça özel ve bilhassa karmaşık bir görevken, yukarıdaki paragrafın son satırlarındaki densizlik de ne demektir? Nina uluslararası çoksatarlardan ve onları yazan sıradan yazarlardan biri değildir ki…

***

Nina, Oslo’nun Song semt bostanındaki bahçesinde huzur bulmakta… oğlu Ludvig ile anlaşamamakta… Psikologuna göre; altmış beş yaşına rağmen hâlâ heyecan verici, cazip bir kadın olmanın yanısıra doğru ve güzel satırlarıyla onun en beğendiği şairdir. Buna karşın, yıllardır ne yaptığını bilmeden yazmış, hangisi yaşam, hangisi şiir kendisi de bilmiyordu artık. Yazdıkları hakkında konuşmayı bırakmış, seveni sevmeyeni de onu yüzüstü bırakmıştı.

 

Üniversitedeki Akademika Kitapevi’nden arayan, öykünün kırılma noktasındaki karakter, Bjørn Hansen de mal sayımı yapılacağı için Nina’nın Boğaziçi Kitabı’nın imza gününü iptal ettiklerini, bu arada yeni kitabını çok iyi bulduğunu söyleyerek başarılar dilemiş, kısaca o da Nina’yı ters köşeye yatırmıştır.

 

Ama darbenin büyüğü, üniversitenin Üniversitas gazetesinden gelmişti. Nina, karşısında yer alan en önemli ikinci karakter, Roger Kulpe tarafından kaleme alınan hakkındaki yazıyı öfkeyle okumuştu. Başlık “ Fevkalade zayıf Faber!” diyor, “ … gerçek İstanbul’u kirletiyor, … orada kalmış ama bir şey anlamamış, … bayağı, medeniyetçi çağrışımlarıyla eskiden Konstantinopolis’te olduğu gibi başı filler tarafından ezilmeyi hak ediyor.” diye ekliyordu.

 

Nina, kararsızdı. Acaba, adli sicilini kirletecek bir şey yapsa, şiirleri daha çok mu okunurdu, bilemedi. Sonra sakinleşip Roger Kulpe karşısındaymış gibi ona sordu. “- Jon Eikomo’yu tanıyor musun? - Evet. - Ne yazık ki, o başkalarının yazdıklarını okur. Şiir yazmaz. Anladın mı?” “- Başka? - Alf Prøysen. -Aptal, o çocuklar için yazar ve aslında müzisyendir.” “-Peki ‘Gün, geceye soğuyor. Sıcağı ellerimden iç.’ İpucu vereyim, Edith…? - Edith Piaf, mı? -Salak Edith Södergran.” “ Peki, Paul Celan’ı da mı duymadın? Celan’ı bilmiyorsan değil şiir, edebiyat hakkında bile konuşamazsın. Sen şiir üzerine yazı yazacak bir yetkinliğe sahip olmadığın gibi adam da değilsin.”

 

İşte karşınızda Erlend Leo’nun karamsar kalemiyle, kararsız, başarısızlık korkusu ve geçim derdi sırtında, yaşamı yazıya, yazısı yaşama bağlı olmasına rağmen yazmayı sevmeyen, asi ve otoriteye düşman, topluma ve Tanrı’ya kızgın Nina Faber.  

 

Nina Faber, Erlend Loe’nin Volvo Kamyonlar kitabındaki, çarpıklıkların sonunun gelmeyeceğinden, evrenin yavaş, yavaş genişlemesi gibi çok önceden belirlenmiş bir tempoyla bu çarpıklıkların her an büyüdüğünden, daha da çarpıklaştığından derin bir şüphe duyan, asi ve otoriteye düşman, Tanrı’ya kızgın Maj Britt Moberg’e nasıl da benziyor.

 


Siz, şimdi bizim afyonlu gündemimizden sıyrılıp, hâlinize şükretmek için Norveç’in plastik gündemine katılın. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

 



28.11.2023 mehmetealtin, 192/CCXXII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2023